21 Temmuz 2016 Perşembe

DARBE !!!




Ülke tarihimizin en kara günlerinden birini yaşadık 15 Temmuz gecesi. Tüm ülke hiç beklemediği tarafından, arkadan vurulurken yine milletin birlik gücünün neler başarabileceğinin de ıspatlandığı bir gündü.




  



Darbeler tarihinden yine ders çıkarmadığımızı, ülkemizin hep hedefte olduğunun yine kanıtlandığı bir kara gün. Çok değerli bulduğum ve daha önce de mutlaka irdelenmesi gereken bir platformu daha önce paylaşmıştım. Şimdi ise bu kara gündemde söylenenlerin ve derinlerdeki bağların nasıl gün yüzüne çıktığını irdeleyen değerli bir çalışmayı dikkatlere sunmak adına sayfalara taşımak gerektiğini düşündüm. 




Görselde anlatılanlar eğer sindirilmişse şimdi aşağıdaki makaleyi okumanızı da tavsiye ederim...
Bu makale darbe girişimi ardından yazılmıştır;



" Darbe kesin bitti mi; tehlike kalktı mı? İkinci bir dalga gelme ihtimali var mı?
Elbette, sadece o değil böylesi tereddütleri kafasında taşıyan. Pek çok… Anlaşılan devlet erkanı da aynı tereddüt ortaklığına sahip ki halka, meydanları terk etmeme çağrısı yapa duruyorlar. En az bi hafta ve geceleri… Halk da bu çağrıya olumlu bir karşılık vermiş durumda…Elhamdülillah, bizim Rabia Meydanlarımız, Mısırlılarınkine hiç benzemiyor; imrenilesi bir şekle evriliyor gece be gece…

Dünyanın tüm mazlumlarının gözü, Türkiye’nin üstünde… En çok da Mısırlılar ve benzerlerinin. Haberiniz olsun!Efendim, arkamızda bıraktığımız Osmanlı Tarihi, bizim için gerçekten veri bahçesi niteliğini taşımakta.Günümüze dair siyasi sorunun pek çok varyantının da o yıllarda da milletimizin karşısına çıktığı görünüyor. Ve onlar, birer cevap vermişler devirlerinde bu suallere. O cevabın denemesini de böylece yapmış olduklarını söyleyebiliriz. Yani onların verdiği cevap ve aldıkları karşılık kendilerinden çok bizim için bir tecrübe. Buradan hareketle işimiz, daha kolay gibi geliyor bize. Bu girizgahın arkasından hemen, geçelim konumuza ve bir örnekle başlayalım anlatmaya.

Zamanımızdan 200 yıl önce, yani yine bir yüzyıl değişiminde, 1700 bitip 1800’lü yıllar başlarken, Osmanlı Devleti’nin başına padişah olarak 3. Selim geçti.Ta 1300’lü yılların ortasından başlayan, “Milli Ordu”nun, gayri milli demek istemiyorum ama çok milletli bir yapıya dönüşmesi…Çok değil elli sene sonra devletin başına, “Buçuktepe İsyanı” ile pek çok gaileler açacağını göstermiş oluyordu. Bu “Çok Milletli Ordu”nun kurucusu olarak 1. Murat Han, Elbette kötü niyetli değildi. Bir “İmparatorluk Ordusu” kurmak fikriyle böyle bir şeye kalkışmıştı. İşte bu yeni ordunun adı Yeniçeri oldu. Bidayette, temeli savaşlarda alına esirlerle başlayan bu çalışma, daha sonra Balkanlardaki Hristiyan milletlerden devşirilen çocuklarla bir başka şekle evrilmişti. Ve devşirme politikasıyla sayısı genişletilen bu ordunun amacı, 1453, başkentin İstanbul’a taşınması ile değişti. Artık söz konusu ordu, bir “İmparatorluk Savaş Gücü” değildi. Ya? İmparatorluk kurmuş olan hanedanlığı, kendisine tehlike yaratabilecek olan soydaşlarına karşı koruma muhafızlığı idi. Yani bir nevi “ Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı…” Bu alayın “Keçe Külahlı”ları, paralı ve İstanbul’da oturan askerlerdi. Sayıları da zannedildiği kadar çok değildi. Tüm zamanlara teşmil ederek söylemek gerekirse 10 bin civarındaydı. Zaman zaman 20 bine doğru indi, çıktı. Ancak 1600’lü yıllardaki askeri yolsuzluklar sebebiyle sayının 40 bine yaklaştığını da biliyoruz. Devletin profesyonel askeri olarak Yeniçeriler, Fatih Yavuz ve Kanuni üçlüsünün sonunda iş başı yapan padişahların azalan gücüne karşı, kendilerinde saklı gücün farkına vardılar. Ve onu, her fırsatta biraz daha ve olabildiğince çoğalttılar. Öyle ki 1600’ün ilk çeyreğinden itibaren, devletin de tahtın da sahibinin kendileri olduğunu biliyorlardı. Şimşirlik dairelerinde mahpus hayatı yaşayan zavallı şehzadelerden, istediklerini padişah yapmak onlara aitti. Bu güç zehirlenmesinin tesiri altındayken, en inanılmaz olaylarını, 1620’de hayata geçirdiler. Devrin padişahı 2. Osman’ı tahttan indirmekle kalmadı, hakaretler içerisinde hayatından da ettiler. Zaten ondan sonra da devletin başına bela olmuş, asla önlenemez, azılı bir canavar gibi tarihimize de devletimize de milli kaderimize de sahip oldular. Bu arada; gelmiş geçmiş tüm padişahlar, hızla çöken devletin bu gidişatının müsebbibi olarak Yeniçeriler ve onların ağabeyleri olarak “Devşirme Enderunlular”ı görüyordu. Endurunluların, silahlı gücü Yeniçerilerdi ve yılanın kuyruğu gibi duran başı onlardı. Padişahlar bunu biliyorlardı da ancak “Yılanın Başı”na karşı, ellerinde hiçbir yaptırım güçleri yoktu. Zira saltanatlarının bek’ası dahi onların elindeydi.Bu gidişata dur deme cesaretini gösteren ilk padişah olan Genç Osman’ın kanlı hatırası, ancak yüz yılda küllendi. Ve 1700’lü yılların başında 3. Ahmet, mücadelede yeniden iş başı yaptı: Lale Devri’ni başlattı. Yeniçeriler açısından böyle bir devri başlatmak, affedilmez bir suçtu. Ve ilk devlet sivilleşmesi olarak, devletimizin tarihinde yerini alan Lale Devri, kanlı bir Yeniçeri isyanı ile sonlandırıldı. Uzun bir sessizliğin arkasından, yine bir yüzyıl değişiminde, devrin padişahı 3. Selim, Yeniçerilere dokunmadan “ Adam Gibi Bir Ordu” kurma faaliyetine girişti. Bu girişim, devletimizin ikinci Lale Devri gibiydi. Ve adı Nizam ı Cedid’ti yani yeni düzen… Ve tabi aynı akıbete uğradı. Selim, tahtından ve canından oldu. Onun yerine geçen 2. Mahmut, kafaya koymuştu bu haydut ordusunu ortadan kaldırmayı. Ancak daha önceki padişahların yaptığı hatayı yapmak niyetinde değildi. Sessizce pusuya yattı. Padişahlığının on yedinci yılında, 1826’ da halkı arkasına alarak, başlattığı, bir nevi 15 Temmuz hurucuyla, “Haydutlar Ocağı”nı ortadan kaldırdı. Tarihimizle buna Vaka-i Hayriye denildi yani hayırlı olay… Vaka-i Hayriye yani Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması esnasında sadrazam, Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa’ydı. Anlaşılan o ki Paşa da muzdaripti Yeniçeri serkeşliğinden. Çünkü Sultan Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nda bir şekilde kendine yakın adamları başa getirerek güç kazandıktan sonra onlarla ilgili düşüncelerini gerçekleştirmeyi başaracak güçlü bir sadrazamın peşindeydi. Bu itibarla padişah, o sıradaki sadrazam Galip Paşa’ya düşüncelerini açtı. Ancak Galip Paşa, açık kalplilikle, kendisinin bu işte başarılı olamayacağını söyledi. Aranan cesur ve gözü pek sadrazamın Benderli Selim Paşa’nın olabileceğini söyledi. Böylece Selim Paşa 1824’te sadrazam oldu. On yedi yıldır, bu ocağı kaldırmayı tasarlayan 2. Mahmut, yanına sadrazamı da alarak 25 Mayıs 1825’te bu fikrini uygulamaya koydu. İlk iş olarak, “Eşkinci Ocağı” adı verilen yeni bir askeri sınıf kurulduğunu açıkladı. Avrupa tarzında üniforma giydirilen, talimli ordu, 11 Haziran 1826’da eğitime başladı.

Tarih yine başlamıştı tekerrüre…Bundan üç gün sonra Yeniçeriler ayaklandığı ve isli paslı fitne kazanlarını Etmeydanı’na çıkardıkları görüldü. Ve haydutlar bildik, ukala gösterilerine başladılar. Bunun üzerine, ulemayı yanına alan Mahmut, işi uzatmadı. Ve Sancak-ı Şerif’i çıkararak, kendini ortaya attı. Minarelerden verilen sal’a ve ezanlar eşliğinde halkı, Zorba Yeniçeri tayfasına karşı savaşmaya çağırdı. Bu çağrı üzerine Yeniçeri Ocağı dışındaki bütün ocaklar ve devlet kuruluşları, padişaha sadakatlerini bildirdiler. Artık operasyon zamanıydı. Ve operasyon, Aksaray Etmeydanı’nda bulunan Yeniçeri Kışlaları, seri top ateşine tutularak başlatılmış oldu. Daha ilk günde, 6 binden fazla Yeniçeri Etkisiz hale getirildi. 20 bin civarında isyancı tutuklandı. 15 Haziran’da başlatılan operasyon, 16 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağını tarihe gömerek bitirildi.

 Bu Uğursuz Ocağı’nın yerine, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir teşkilat kuruldu. Yani “Muhammed’in Zafer Kazanan Askerleri…” En kısa adıyla Mansuriye Ordusu… Tarihi hikâye bu!

Günümüzde yaşanan olaylarla tarihte yaşanan Vaka-i Hayriye’nin benzerliğini görüyorsunuz; değil mi? Neredeyse tarih bile aynı…Sadece, bu iki vak’ada benzemeyen taraf şu: Tarihteki hayırlı olayın arkasından bir ocak, dağıtılmış başka bir ocak kurulmuştu. Ancak günümüzde, Sultan Mahmut’un kurduğu Mansuriye ordusunun devamı niteliğindeki TSK’nın içindeki bir klik yok edilmiş oldu. Hayırlı olay mevzi, sathi değil. Yani günümüzde, asıl ordu yerli yerinde duruyor.

Şimdi gelelim bu tarih perspektifinin arkasından  "darbe kesin bitti mi?" sorusuna;Doğrusu ben inanmıyorum, bu yapının pes ettiğine…” Cevabınız bugünlerde tekrar öne çekilen “Türk Baharı” videomuzun son cümlelerinde saklı. Biz de orada: “Ergenekon Operasyonlarının sonunda, 2016’ya gelindiğinde, Türkiye’de bir darbe artık hayal oldu diyenlere karşı, mealen diyorduk ki: Yanlışınız var. Bidayetten beri ordumuzda, var olan iki darbesever damar bulunmakta. Biz, bu damardan birisine Alman Ekolü, diğerine de İngiliz-Amerikan Ekolü diye geliyoruz; malumunuz. Sizin, Ergenekon Çökertilmesi diye önemsediğiniz olaylar zinciri, bu iki darbeci klikten, Amerikan Ekolünün, Almanit Ekolün önünü kesmesinden başka bir şey değildi. Zaten önü kesilmemiş olsaydı, 2012 yılında Mit Krizi değil darbe yaşanacaktı. Buradan hareketle söz konusu çökertmeden sonra Almanya adına darbe planlayıcısı olarak, ordu içine yuvalanmış olan Almanist Klik darbe yapar mı diyorsanız? Hayır, yapamaz! Lakin darbeci Amerikan Kliği, şu anda orada duruyor ve orduya tek başına hakim durumda. Bu gücü ve rakipsizliği nedeniyle icap ettiği saatte, darbesini de yapar; devlete de el koyar. Ve demiştik ki: Böylesi bir girişimi önleyebilcek tek güç olarak, Rusya Kızıl Ordu Darbesi örneğinden hareketle “1000 Yeltsin” aranmakta…Eğer yapacak olursa, bahis mevzu bu kliğin bir darbe denemesinde, sokağa sürdüğü tankların üzerine çıkma yiğitliğini gösteren “Sivil Kahramanlar” bulunabilirse olası darbe önlenir. Yoksa önlenemez. Ve buna bağlı olarak, 21. Yüzyıla da el koymak niyetinde olan Batılı Tötonik güçler, bu plan ve operasyonlarında başarı sağlar. Zira orta yerde duran bilinmezlik, 21 Yüzyılda var olmak ve yok olmak meselesi olarak cevap bekliyor.

Hem Batılılar, hem de bizim için durum bu… Ve bu durum, az buz bir şey değil. Bunun için darbede yapılır, savaşta çıkarılır. Eğer, dünyanın derinliklerdeki lanetli lortlar, planlarını hayata geçirmek için darbeden başka bir yol bulamıyorlarsa, son sadme olarak darbe, darbe, darbe… Yani kısacası, her zamanki tik taklarıyla darbe saati işlemekte… Bu itibarla yarın sabaha, Hasan Mutlucan türküleri ile uyanırsanız hiç şaşmayın. Aa, bu kadar mı yakın? Evet, bu kadar hatta daha da! 

Darbe bitti mi? - “Hayır bitmedi!” Zira 15Temmuz’la birlikte çökertilen, Amerikan Neo-konlarına bağlı darbecilerdi. Artık biz biliyoruz ki Amerika bir değil, CIA tek değil. En az iki… Bu sayı nedeniyle 15 Temmuz’da Cumhuriyetçi Amerika’nın uzantılarının bertaraf edilmesi, darbe tehlikesini ilelebet bitirmez. Aslında, daha da kolaylaştırır ve artırır. Şu anda Amerika’nın, uyku halini yaşmakta olan diğer darbecileri ya da “Bizim Çocuklar” her akşam “Big Boss”dan gelecek olan; “Ekibi Harekete Geçirin Çocuklar!” haberini bekleyerek yatıp kalkıyorlar. Hem de rakipsiz olarak ve 15 Temmuz kalkışmasının tecrübesi ile birlikte planlarını yenileyerek…Nedir bu planlarda yenilenen? Tabii ki halkın direnişi hakikati… 15 Temmuz akşamı anlaşıldı ki Türkiye halkı eski halk değil, her an “Gizli Efendiler”e baş kaldırabilen bir halk haline gelmiş durumda. Vay, sen ha! İnanın şimdilerde sözünü ettiğimiz “İkinci Amerikan Darbeci Kliği”ne akıl verenlerin, şöyle demediğini kim garanti edebilir: “Ee, Ne yapalım? Türk halkı ‘Biz Gizli Efendiler’e baş kaldırabilen bir halk haline gelmişse gelmiş? Biz de ona göre planlarınızı yenileriz. Olur biter…” Tabii ki hiç kimse garanti edemez bu sözün, derin mahfillerde söylenmediğini!

Bu doğrultuda, “Gizli Efendiler”in planları yenilenmiş durumda. Ve onlar, hayata geçirecekleri yeni bir darbe girişiminde, halkı da bertaraf etmenin tüm yollarını planlarına eklemekle meşguller. Soralım: “Ne olabilir 15 Temmuz gecesinde yaşananlardan daha kötüsü?” Efendim, 15 Temmuz gecesinde yaşananlar sadece darbeydi. Ve nice darbeler görmüş olan bu şerbetli halk, tehlikeyi püskürttü. O halde, bundan sonra yapılacak olan darbe sadece bir darbe olmayacak.Ya? Bundan sonra yaşanması muhtemel uğursuz gecelerde hayata geçirilecek olana tam bir “DARBE-SAVAŞ” diyebiliriz. Yani Allah korusun; bu, olası bir darbe gecesinde, Ankara’nın merkezi bölgesinde, klasik kodlarıyla bildik darbe yapılırken, başta Kızılay Meydanı olmak üzere, ülkenin tamamında savaş hali yaşanacak demektir.

 Bunun küçük örneği Mısır’da hayata geçirildi, biliyorsunuz. 15 Temmuz gecesinde Türk halkının verdiği şehit sayısı 161 iken, Mısır halkının darbe ertesi gecede verdiği Tahrir Meydanı kaybı 4000’e yakındı. Unutmayalım ki bizim her şehrimizde bir Tahrir yani Kurtuluş Meydanı bulunmakta. Varın Siz hesap edin olası bir gecedeki kayıplarımızı. Böyle kanlı bir kalkışmaya, hangi halk dayanabilir ki? Bu olumsuz tablonun arkasından; yakın gelecekte Türkiye’de darbe değil ama daha iyimser bir operasyon beklediğimizi söyleyebiliriz. Lakin beklediğimiz bu operasyonun iyimser mi kötümser mi olduğuna da siz karar vermelisiniz:

Hepinizin bildiği gibi nice zamandan beri hedefteki adam, Cumhurbaşkanımız Erdoğan… Yani diyorlar ki şom ağızlılar, “Halkının ve mazlum milletlerin nazarında liderliğini kanıtlamış olan bu Uzun Adam, eğer ortadan kaldırılırsa ne darbeye gerek kalır; ne de benzeri bir operasyona.” İşte, bu sebeple “MELUN EL”in şimdilerde, darbeden çok, bu konu üzerine eğileceği kanaatindeyiz. Temel itibariyle 15 Temmuz’da da bu konu, bir ayrıntıydı. Yani “Fetullahçı Darbe Gecesi”nde hainler, darbeyle birlikte Erdoğan’ı da ortadan kaldırmayı planlamışlardı. Lakin öldürmeyen Allah öldürmüyor işte.

 Hainlerin planındaki bir saatlik gecikme, hem Erdoğan’ın hem de ülkenin kaderini kurtarmış oldu. Şükür! Bu durumda gerek halkın ve gerekse devletin, “Erdoğan”ı nadide bir mücevher gibi korumaktan daha önemli bir işi yok! Hele, “Uğursuz Gece” itibariyle Erdoğan’ın yanı başındaki subayın da “Paralelist” çıkmasından sonra…
 Geçelim konunun bir başka boyutuna: Ve soralım başuçta: “Bu meseleleri, kökten halletmenin bir yolu yok mu?” Elbette var! Yukarıdaki tarihi örneklerini boş yere vermedik… O örneklerde padişahların, kangren olmuş mevcut ordudan hayır beklemediklerini, harekete yeni bir ordu kurarak başladıklarından anlıyoruz. Lakin bunun da tehlikeli bir yol olduğu, ıslahat girişimlerinin menfi sonuçlanmasıyla ortaya çıkıyor. Bu durumda, kesin çözüm teklifimiz, elbette orduyu ortadan kaldırıp yeni bir ordu kurmak olmayacak. Haşa! Dediğimiz gibi tarihi tecrübeler, uygulananların başında yeni bir ordu kurmanın yol olmadığını gösteriyor bize. O halde yapılacak şey nedir? Gayet kolay! Orduyu Millileştirmek… Bu mümkün mü? Elbette!

Şu an itibariyle ülkemizde uygulanan adli prosedür, olağan zamanlar hukukuna bağlı değil. Bir bir darbe hatta avaş hukukunun uygulanıyor olduğunu herkes görmekte. Yani aslında, 15 Temmuz Kalkışmasının devletimize verdiği bir kolaylık da bu oldu demek mümkün. Görüldüğü üzere, nice zamandan beri “Gayrimilli” hale gelmiş olan yargı, girişimin ikinci günden itibaren hızlı bir “Milli Hukuk Operasyonu”na tabi tutuluyor. Oysa devlet, yıllardan beri bunu nasıl yapacağını düşünüyor ve bir türlü bilemiyordu. Buradan hareketle ordu dahil derhal, devletin her biriminde bir “Millileştirme Operasyonu” başlatılmalı. Ve bu iş, bir hafta içerisinde sonlandırılmalı. Devletin tüm kurumlarındaki “Gayrimilli Anlayış”lar, normal zamanların kanununa ve kitabına bakılmadan, darbe ile irtibatlandırılarak saf dışı edilmeli. Bilhassa orduda, behemehal yapılması icap eden şey budur. Zira şu anda ordu, hiç olmadığı kadar sivil idare karşısında çaresiz durumda.

 Hatta hemen söyleyeyim şunu: 15 Temmuz gecesi, Erdoğan ve halkın el ele vererek hayata geçirdiği müspet gelişmeler, sadece siyaseti ve hükümeti değil, orduyu da çirkin bir operasyondan kurtardı dense yalan olmaz. Zira ordunun beyni olan Genelkurmay, ilk saldırıda sıradan bir karakol gibi düşürülmüş;  Genelkurmay Başkanı dahil tüm Kuvvet Komutanları ve ileri gelen apoletli zevat tutsak edilerek hapse atılmıştı. Onları, bu çaresizlik ve askeri mahcupluktan kurtarıp eski görevlerine getiren de bizatihi halkın kendisi oldu. Yani ordu halkı değil, halk orduyu kurtardı! Bu itibarla orduda yapılacak bir “Millileştirme Operasyonu”na, daha önceleri olduğu gibi komuta kademesinden en ufak bir itirazın geleceğini zannetmiyoruz.

 Peki, nasıl yapılacak bu “İyileştirme Operasyonu?” Her şeyden evvel, on gün sonra yapılacak olan 1 Ağustos YAŞ toplantısında, sivil siyasetin kılıcı acımasızca, listeleri doğramalı… Ve gayri milli fikirler taşıdığı bilinen tüm komutanlar, derhal emekliye sevk edilmeli. Yerlerine milli duruş sahibi olduğu bilinen “Anadolulu Kumandanlar,” geçirilmeli. Hem de gerekirse kendilerine ektra terfiler verilerek… En önemlisi; askeri liseler ve harp okullarındaki eğitim ve buna bağlı olarak ders kitapları, sil baştan yapılmalı ve müfredat yeniden yazılmalı. Böylece askeriye maarifi, Anadolu milliyetçiliği etrafında şekillendirilmeli. Ve en önemlisi: generalliğe atlamada bir eşik olduğu bilinen “Kurmaylık Handikapı” derhal iptal edilmeli. Milli duruşları nedeniyle kurmaylığa geçirilmemiş Anadolu ruhunu taşıyan vatanperver ve inançlı albayların, “Milletin Paşası” olmalarının yolu açılmalı. Ve bunun gibi pek çok detay, hayata geçirilmeli ki Ordu Millileşmiş olsun.
 Bitmedi: Artık biliyoruz ki… 15 Temmuz’da yapılan hain darbe planında rol alanların sayısı şu anda 3000 civarında. Aynı zihniyette olanların ve o gece rol almamış olanları da üzerine koyarak bir tahmin yapmamız gerekirse ortaya, en kabadayı bir tahminle 10 bin sayısı ya çıkar, ya çıkmaz. Şu andaki muvazzaf ordu nüfusunu, 700 bin sayarsak, 15 Temmuz Kalkışmasının karşısında duracak olan sayının 690 bin olması icab ederdi. Peki soralım şimdi, o uğursuz gecede neredeydi bu 690 bin asker? Ve isyankar 10 bine karşı ne yaptı? Cevap açık: Hiçbir şey… “Kışlalarına kapanıp olayın sonlanmasını beklediler.” demek onlara hakaret olmaz, durumun tespiti olur sadece. Peki o anda yani Ankara semaları cayır cayır yanarken ki Halet-i Ruhiyeleri nasıldı acaba? Tahmin olarak söylüyoruz; “ Bizim yapamadığımızı bunlar yapıyorlar. O halde durup sonucu bekleyelim.Nasılsa, ortalık durulunca yani daha sonra ellerinden alırız!” diye mi düşünüyorlardı, aralarındaki darbeci kafalar? Ne dersiniz? Bizce, galiba evet! Nereden mi tahmin ediyoruz böyle denilmiş olacağını? Tabii ki tarihten ve onun da örneği var! Baklım 1960 Darbesine… Başlangıç olarak Almanist Klik tarafından yapılmıştı “Menderes İhtilali.” İhtilal Konseyi, aynı yıl içerisinde Amerikanistlerin yaptığı bir iç darbe ile ele geçirildi. İşte, o yüzden dağıtıldı Güvenlik Konseyi’nin albayları; kimi Hindistan’a sürüldü; kimi bilmem ne istana. Hatta arkasından bir başkası iki kere darbe yaptı darbecilere karşı. Albay Talat Aydemir’den söz ediyorum. O hırslı Albay, birinci denemesinde affedildi fakat ikincisin de mecburen asıldı. Sadece o değil, “sonradan kıvırıp ilk ekolün elinden alan diğer ekolcüler.” 1970 yılında da 9 Mart Cuntasına karşı. 12 Mart Cuntası aynı şeyi yapmıştı. Yani Alman darbecilerinin kazanımını, Amerikan darbecileri ele geçirdi. Adetleri bu! Bilmem anlatabildik mi?

 Peki o gece yani 15 Temmuz’da silahlı güç olarak kim vardı ortada? Elbette ki Kahraman Polis… Yani “Darbeyi Erdoğan, halkımız ve polis el ele vererek bozdular.” dense hakikat ikrar edilmiş olur. Bu durumda, devleti, milleti ve sistemi koruyabilecek yegane silahlı güç, millet olarak güvenebileceğimiz yegane devlet kuruluşu olarak “Emniyet” karşımıza çıkmakta. Yani 3. Selim’in Nizam ı Cedit ordusu, 2. Mahmut’un Sekban-ı Cedit ordusu ve Eşkinci Ocağı, zaten kurulmuş; yüz atmış küsur yıldır yanıbaşımızda duruyormuş da haberimiz yok. İşte, o eski “Uğursuz Yeniçeri Ruhu”nun tekrar, bu milletin ensesinde boza pişirmesine, 15 Temmuz gecesi engel olan o güç yani Emniyet Teşkilatı kendisini bir kere daha ispatlamış bulunuyor. Daha ne yapsın?

 O halde işin burasında Türkiye ne yapmalı? Şu anda sayısı, 200 bini geçkin olan polis teşkilatının mevcudunu, en kısa zamanda 500 bine çıkarmak işe başlamak için ilk adım olabilir. İlaveten, 15 Temmuz’un karargahlarından biri haline getirildiği anlaşılan Jandarma Komutanlığının, bugünkü hali sonlandırılarak; teşkilat, sıradan bir birim olarak İçişleri Bakanlığı’na, daha doğrusu Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlanmalı. İsmi değiştirilmeli ve tarihimizdeki adı ile “İnzibat”a dönüştürülmeli. Sayıları da en az 250 bin olmalı ki… Polisle birlikte 750 bine tamamlanarak ordu ile eşitlensin. Bitti mi? Hayır! Emniyet’in bir birimi olarak “İnzibat Teşkilatı”nın, tıpkı ordu gibi en ağır silahlarla donatılmasının da şart olduğu kanatindeyiz. Teşkilatın görevi, şimdi olduğu gibi şehirl dışındaki kırsal kesimde polis görevini görmek olmaktan çıkartılmalı. Buna bağlı olarak kırsal kesimlerde ortadan kaldırılan jandarmanın işi, doğrudan doğruya polise devredilmeli. İnzibat Teşkilatı ise tek vazife ile büyükşehirlere konuşlandırılmalı. O vazife ne mi? Sadece darbekırıcılık, terörezicilik… O kadar! "