6 Mart 2013 Çarşamba

MAKRO GERÇEKLER - TARİHİ ÇİZEN CASUS ELLER


28 AĞUSTOS 2012 tarihinde HaberBorsa Deneme Tahtası başlığı altında yayımlanmıştır...




Yazı serisinin son halkasında Suriye olaylarının Osmanlı dönemine ait tarihsel bağlarını gözler önüne serebilmek üzere üç kıtanın son padişahı Abdülhamid Han'ın bilinmeyenlerine ve İttihat Terakki zihniyetinin çarpıtarak günümüze kadar taşınmasına vesile olduğu yanlış aktarılan tarih ile yüzleşmek adına küçük bir giriş yapmaya vesile olmaya çalıştık. (Bu yazı içinde paylaştığımız belgesele de ilgi olmuş, sayfalara eklediğimizden bu güne istatistiklerine baktığımızda 500 üzerinde ilave bir izleme artışı olmuş gördüğüm kadarıyla...)
Bu yazı içinde özel bir de not düşmüştük Theodor Herzl ismini bir yere not edin diye... Şimdi fırsattan istifade bu noktada bazı detaylara değinmeye çalışalım...

Daha önceki yazılarda bahse konu hanedanlığın Osmanlı hilafeti ve hükümranlığından ve İslam sancaktarlığından duyduğu rahatsızlığı ve Kanuni'nin Bavyera bölgesinde sermaye ile kilisenin bağını (yani dolaylı olarak haçlı finansmanını) kesmek üzere Viyana kuşatmalarını yaptığından, Kanuni'nin bu hamlesi ardından meşhur hanedanlığın İngiltere bölgesine kaçtığından bahsetmiştik. Tabi ki bu kaçış esnasında Osmanlı'ya her zamankinden daha çok bilenmeleri ve bu İslam sancaktarı imparatorluğun yıkılmasını ilk hedef olarak seçtiklerinin genel çerçevesini yazı serisinin ilk halkalarında ifade etmiştik. 
İşte bu tarihsel süreçler aşamasında Avrupa'da Rönensans ve Reform hareketleri ile başlayan ve ardından milliyetçilik dalgası ile devam eden bu güdümlü oluşumlar esnasında ilk casusluk teşkilatı hanedanlık güdümünde Lady Haster tarafından 1810 yılında Osmanlılara karşı Bedevileri kışkırtmak için kurulmuştur. Böylelikle sözde milliyetçilik akımı Osmanlıya ulaşmış ve ilk fitil ateşlenmiş olur. Lady Haster bayan olmasına karşın casusluk faaliyetlerini erkek kılığında yürütmüş meşhur bir casustur.

Tabi ki bu yapılanmaların ilk aşamasında Osmanlı devleti güçlü yapısını henüz korurken bu gelişmelere karşı hamlelerini de ihmal etmemiştir. Konu buraya geldiğinde "Bir Türk Casusu" imzalı mektuplardan bahsetmemek olmaz;
Aslında Avrupa topluluğu seküler yapısını bir anlamda Osmanlıya borçludur. Nasıl mı?
Avrupa'nın meşhur 30 Yıl Savaşları döneminde bir furyadır bu mektuplar. Otuz Yıl Savaşı, 1618 ile 1648 yılları arasında yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Temelinde, bir Protestan-Katolik mücadelesi vardır ve büyük katliamlar yaşanmıştır.
İşte bu katliamlar sırasında "Bir Türk Casusu" imzasıyla İtalya, Fransa ve İngiltere yönetimlerine mektuplar gönderilmiş ve Hristiyanlığın katliamlara neden olduğunu
(30 yıl savaşları) aktarmış bir nevi Avrupanın sekülerleşmesine (laiklik) öncülük etmiştir. Bu mektupları gönderen şahıs Daniel Defoe nin tâ kendisidir.



Daniel Defoe malumunuz şu meşhur ıssız adaya düşen adamın uşağıyla yaşadıklarını anlatıldığı Robinson Cruso isimli romanın yazarıdır. Eserlerinde İslamı ve Türkleri çok övmüştür, Robinson Cruso'daki Cuma karakterinde de bu izleri aktarmıştır. 
Daniel Defoe'nin ailesi Romanya kökenlidir. O dönemde Romanya, Osmanlı himayesinde bir topraktır. Defoe ailesi sonradan Fransa ve ardından İngiltere'ye göçmüştür. Daniel ismi de Danyal peygamberden gelmektedir. Danyal şifre çözücü demektir. O dönemde bugünki Romanya bölgesinde Osmanlı egemenliğinde bir kavram vardı. Bunların adı Osmanlı arşivlerinde Def-i husumet aileleri olarak geçer. O dönemde Osmanlı'nın kurallarını kabul etmeyenler için bu gibi ailelere bu isim verilmiş. Defoe ismi de buradan gelmektedir. Osmanlı sonrada bu aileleri topraklarından def etmiştir. Daniel Defoe bu ailenin 4. kuşak oğludur. Daniel Defoe'nin Türk hayranlığı ve eserindeki Cuma karakteri bu ailesel kökenden gelen bir yansımadır.
"Bir Türk Casusu" imzalı mektupları, Hristiyanlık çatısı altındaki mezhep çatışmalarının katliama döndüğü bir ortamda bir anlamda Avrupa'nın sekülerleşmesi açısından bir ışık olmuştur.

İşte bu katliam döneminde Yahudiler gelişmelerden oldukça korkmuşlar ve bizim zaten vatanımız yok dolayısıyla kaçacak yerimiz de yok düşüncesiyle bulundukları topraklarda, bağlı oldukları ülke yönetimlerine sadık olmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudiler de o dönemde bu fikirle hizmet etmişlerdir. İşte bu aşamada o dönem için Osmanlının en önemli casusu Mina Weizmann (kod adı Gertrude) Osmanlı istihbaratına büyük hizmetleri olmuştur. Mina Weizmann Filistinde görevlendirilmiş, 5-6 yabancı dil bilen çok donanımlı ve eğitimli bir hanımdı. O dönemde o bölgede hem Almanların hem Fransızların ne yaptığını Osmanlıya aktararak büyük hizmetler etmiştir. 
( Daha sonra o toprakların kaybedilmesi sonrası yaşanan ve kurulan İsrail devletinin cumhurbaşkanları olacak olan Chaim Weizmann ve Ezer Weizman Mina Weizmann'ın yeğenleridir.)

Bu karmaşık dönemde Osmanlıya hizmet eden Yahudiler olduğu gibi meşhur zionist hanedana hizmet eden casuslar da yok değildi tabi ki. Yine Abdülhamid Han zamanına tekabul eden dönemde 


Theodor Herzl denen zionist rejimin uşağı bir casusdan söz etmemek olmaz bu aşamada. Bu casus, o dönemin Osmanlı topraklarında dönemin meşhur akımı olan milliyetçilik ateşini Filistin bölgesinde yakan öncüsüdür. 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı'nın kurulmasını ve kurulduğu İsviçre'nin Basel kentinde teşkilatın ilk kongresinin yapılmasını sağlamıştır. (Tabi kendi başına yapacağı bir iş değil bu, hanedanın himayesinde hanedanı maskeleyen bir söylem bu sadece. Basel kriterleri gibi ve İsviçrenin Alplerindeki BIS gibi yapılanmalardan daha önceki yazılar içinde bahsetmiştik. Bakınız bu adamlar ta o dönemden bu yana o bölgeyi karargah edinmişler ve herşeyi halen oradan başlatıyorlar, meşhur Davos toplantıları günümüzde neden yapılıyor zannediyorsunuz?)
Teşkilatın amacına uygun olarak kutsal Siyon tepesinin bulunduğu Filistin bölgesinde Yahudi Devleti'ni kurmak amacındaydılar, tabi ki bunun kuklası da Theodor Herzl idi. Ancak Filistin topraklarının Osmanlı egemenliği altında olması çözümün adresi olarak dönemin padişahı II. Abdülhamid'i göstermekteydi. Zionist hanedan adına Theodor Herzl, Abdülhamid Han ile pazarlık yapmak üzere görüşmeye geldi ve bu toprakları Osmanlının dış borçlarını silmek karşılığında Abdülhamid Han'dan istedi. İşte Abdulhamid Han'ın buradaki cevabı Türk'e ve Türk ulusuna yakışan bir cevaptı.
"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır." cevabı ile teklifi reddetmiştir.
(ki o Theodor Herzl bile daha sonrasında kitaplarında "milletini böyle seven bir insan görmedim" demiştir)
Peki ya günümüzde aynı amaç uğruna aynı bölgede aynı oyunlar oynanmıyor mu? O dönemde Abdülhamid Han'dan kopartamadıkları toprakları hemde müslümanı müslümana kırdırarak almaya çalışmıyorlar mı? Filistin'de Suriye'de yaşanan olaylar bu tarihsel sürecin bir devamıdır ve aynı şeyleri hedeflemektedir. Peki Osmanlı'nın torunları olarak biz bugün doğru safta mıyız? Acaba Kızıl Sultan diye kendi tarihimizce kötülenen 3 kıtanın son padişahından alınması gereken dersler yok mu? Ya da o gün, o en zor şartlarda, o sözleri söyleyen padişah, o sözleri hiç uğruna mı söyledi? Bugün şu haldeki torunlarının politikasına acaba ne derdi? Neyin uğruna neyi satıyoruz acaba?

İşte bu noktada durup düşünmek gerekecek. Ne kadar tarihten dersler aldık? Ve asıl önemli soru okullarda öğretilen bu tarih gerçekten bizim tarihimiz mi? işte bu noktada söylenecek çok şeyler var...

Kendi padişahına Kızıl Sultan diyen bir tarih acaba kimin ellerinde çarpıtıldı? Güçsüz bir Osmanlı hangi entrikalarla bir Dünya savaşına sokuldu? Bunda İttihat ve Terakkinin parmağı neydi? İttihat ve Terakki içindeki ajanlar kimlerdi? Mason biraderler bu cemiyeti tamamiyle sarmışmıydı? Ve asıl önemlisi bu İttihat ve Terakki, zionist hanedanın masonik tezgahı mıydı?
 (işte bu açıdan bakıldığında bu casusluk konusu günümüze kadar uzanır gider)
Bu konuda daha önce de giriş anlamında bazı şeyler 
yazmıştık sıkı takip edenler mutlaka hatırlayacaktır...

Hatırlarsanız o yazının içinde Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi içindeki casuslardan(bizim yazı içindeki değimimizle truva atlarından) bahsetmiştik (okumamış olanlar önce linke tıklayıp okuduktan sonra bu yazının devamını okursa daha faydalı olur). İşte bu truva atları Cumhuriyet döneminde de boş durmamışlar tabi ki. Gizli eller hep ulusun diliyle ve tarihiyle uğraşmışlar... (Tarih çarpıtılarak aktarılmış hep ders kitaplarına, Kudüs Filistin bölgesini paraya satmayan Abdülhamid Han neden bugün bizim tarih kitaplarımızda kızıl sultan diye okutuluyor kötüleniyor dersiniz? Üzeri örtülmüş, çarpıtılmış ve amaca uygun derlenmiş tarihten bahsediyoruz ve günümüzde okutuyoruz hep okullarımızda. Kaldı ki günümüzde hangi çocuk dersi öğrenme hevesinde? Sistem hep ezber üzerine kurulu ve sınav kazanmak tek amaç. Bu amaca yönlendirilmiş bir sistemde kim tarihin süzgecinden dersler çıkartıp günümüz politikalarına tarih süzgecinden bakabilir ki? İşte bu bizi medyanın gösterdiğine inanan sürü psikolojisinde bir topluma çevirmeyi hedefleyen büyük resimdeki gizli sistemin eseridir. Neyse biz konuya dönelim)

İşte bu gizli eller Osmanlıyı bu gibi çeşitli entrikalarla parçaladıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin dizaynında da önemli roller oynamışlardır. Daha önceki yazıda anlatmaya çalıştığımız gibi öncelikli hedef dil üzerine olmuş. Çünkü bir milletin geçmişiyle bağını kopartmanın en kolay yolu dilini ve tarihini unutturmaktır. (Ünlü yazar Karen Fog "keşke Türklere tarihlerini inkar etmesini öğretsek" demiştir) İşte bu aşamada Türk Dil Kurumu çalıştayları yoğun faaliyet göstermiştir. Tabi ki bu kurumun içindeki mason biraderlerin dahli de had safhadadır. Daha önceki yazı içinde anlattığımız alfabe değişikliği Osmanlı Arge ve kültürüyle milletin kopuşunun ilk adımıdır ve başarılı olmuştur. Bir millet 600yıl boyunca biriktirdiği kültüründen bir gecede koparılmıştır. Bugün hangimiz Osmanlıca bir gazeteyi kitabı okuyup anlayabiliyoruz.
 Bundan 50 yıl önce yazılan bir eserin içeriğini bile anlayamadıktan sonra Mimar Sinan'ların, Farabi'lerin, İbn-i Sina'ların, Mevlana'nın eserlerini kim okuyup anlayıp üzerine yeni şeyler katabilir ki? İşte bu millete atılmış en büyük kazıktır bu temellerden koparılış. Tabi ki şu anda o kaynakları anlayabilmek için çevirilere ihtiyaç var. İşte o çeviriler de hep böyle kırpılarak, sansürlenerek, ya da istedikleri gibi süsleyerek verdikleri için bizim tarihimiz çarpıtılmış, üzeri örtülmüş bilinmeyeni çok ve hep karşı tarafın ağzıyla anlatılan şekliyle biliyoruz sadece. Bugün Avrupalılara anlatılan haremi biliyoruz ve TV lerde o minvalde dizi olarak izliyoruz mesela sadece, ama haremin padişahı yetiştirecek ananın eğitildiği bir kadınlar akademisi olduğunu hangimiz biliyoruz, diğer açıdan baktığımızda belki tarihimizden tiksiniyoruz şehvet düşkünü bir yönetimin eseri bir enkaz bırakmışlar diye. Ama işte bu aslında sadece bize aktarılan tarafı sorgulamayan gözler için. 
Yıllardır Ermeni soykırımı yalanları duyarız hep. İşte bu da Theodor Herzl tayfasının uydurduğu yalanlardır. Adamlar o zaman bir kitap yazıyorlar Ermeni ayaklanmasını anlattıkları, Ermeniler Rusların kışkırtmasıyla ayaklandıklarında zorunlu göç ettiriliyorlar bu aşamada ölenler de oluyor haliyle. İşte bunu bu casuslar kitap yapıyorlar bin kopya basıyorlar ilk kopyada 5000 ölüden bahsediyor, aynı kitabın ikinci baskısında bu ölüler sonuna bir sıfır eklenerek 50000 oluveriyor. İşte budur Ermeni meselesinin iç yüzü. Canları sıkıldıkça bol sıfır atıp bu uydurma belgeleri de kaynak diye ortaya atıyorlar, şimdi günümüzde ülkenin önüne ısıtıp ısıtıp koyuyorlar malesef.


Bu Cumhuriyet dizaynı aşamasında gizli ellerin bir diğer öncelikli hedefi ise Havass kavramıdır. 
Havass kavramının 24 anlamı vardır. Havass Kur'an daki bir surede anlam olarak" hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" düsturunun karşılığıdır.
Buradan yola çıkarak oluşturulmuş Havass kültürü ve hayat tarzı vardır. Havass; kendini belli etmeden, kendini ortaya atmadan, göstermeden müslüman kitleye doğruyu öğretip, onları emri bil mağruf nehyi anil münker yolunda ilerletebilen kişiye denir...
Havass; halk içinden bir yaşam tarzıyla mütevazi bir hayat yaşayan, fakat kendini hissettirmeden halkına yol gösteren kişilerdir.
Hilafet meselesinde, Osmanlıda padişahın halife olabilmesi için önşart havass'dan olması gerektiğidir. Havass gizli bilimleri bilen kişidir. Gizli ilimler bilinmeden havass ve enhasül havass'a tabi olunamaz. Osmanlı saltanatında hilafet Osmanlıya geçtikten sonra bu konuya özen gösterilmiştir.

Türk dil kurultaylarınının içinde hakim olan gizli eller 1930 larda Cumhuriyetin dizaynı konusunda çalıştayların içinde bulunmuşlardır. Bu çalıştaydaki belirli malum grup aydın "artık biz Osmanlı defterini kapattık, cumhuriyet kuruldu, artık İslamla ve o kültürle bağımız kalmadı, biz artık laik olduk, bu da yeterli değil o döneme ait, Osmalıya ait ne varsa herşeyi silmek gerek" düşüncesini hakim kılmaya çalışmışlardır.
Bunu da dilden başlayarak silmek gerek düşüncesini ilk uygulamaya geçirmişler ve Türk dil kurumunun ilk kararı havass kavramını unutturmak olmuştur. İnsanlara havass kavramını unutturmakla başlamışlardır işe ve bu kavramı silmişlerdir, dolayısıyla halk kafasındaki soruları soracak Havass niteliğinde kişiler bulamamışlardır.

Dili unutturulan, geçmişi ve Ar-Ge si ile bağı kesilen ve bir de üzerine yol gösterici nitelikteki Havass'a ulaşamayan toplumun aslında bir anda tüm tarihi ve kültürü yok edilmiştir. Tarihinden, kültüründen ve birikiminden koparılmış bir toplum tarihten doğru dersler çıkartamaz, işte o zaman gizli eller dilediklerince çizerler o milletin tarihini. Acaba okutulan tarihte, bize aktarılan bilgilerde kimlerin çıkarıyla çizdiği çarpıtılmış tarih var? Ülkeyi en zor günlerde savaşa sürükleyen İttihat Terakki zihniyetinin kırpılmış sansürlenmiş tarihini mi okuyoruz? 
Gerçekte büyük dizaynın tarih çarkındaki belirlenen role mi itiliyoruz? Bunu hangi tarihten sorgulayarak günümüze ışık tutacağız? Ve en önemlisi tarihteki casuslar acaba günümüzde hangi saftalar? 

Makro düzen içinde manevi boyuttan bakıldığında iyinin ve doğrunun sancaktarlığını yapmayı amaç edinen ve kötüyle savaşan ecdadın izindeki torunlar mıyız? Bunu tüm kurguyu doğru süzebilirsek cevaplayabiliriz ancak. Çünkü tarih boyu bu sancak Türkün elindeyken yücelmiş sadece... Bu tarihin Türke verdiği bir görevdir herşeyden önce...
Suriye'den sonra İran'dan önce hedef Türkiye ise oyunu iyi okumak zorunda olduğumuz bir dönemden geçiyoruz ve bunu ecdadın Havass penceresinden bakabilirsek görebiliriz ancak....
Yeni bir İttihatçi oyunu ile 3. Dünya savaşına mı gidiyoruz? Yoksa sancağı yüceltecek güce mi koşuyoruz? İşte içinde bulunduğumuz soru burada, herşeyi atılacak adımlar belirleyecek ve tarihi o eller çizecek...





1 yorum:

  1. Hiç şüphe etmeyin ki Sancak kaldırılmıştır.Ancak işin başında olanlar, işlerin tepede yönetildiği sinir uçlarına ehlini koymadıkça kalıcı başaı imkansızdır. 2000 yıldır bu Milletin aristokrasisini temsil eden ancak 1923'den beri sindirilen, Devlet ve Millet hizmetkarları bulunup etkili mevkilere getirilmeden yahut mühim meselelerde onlara danışılmadan işer yürümez. Dünya vizyonu kabiliyetleri hem terbiye,hem zeka hemde atalarından kalan yetenekeleri olmayan, akademik payeleri ne olursa olsun bir takım devrin fırsatçıları maalesef tarihn bu dönemdeki bizim için gayet makul bölgesel ve global konjonktürünü değerlendiremezler. Unutmamak lazım ki,Milletin önde gelenlerinin SOY DEFTERİ incelenmeden 2000 yıldır her Dvlet yıkıldığında yenisini kuran aksakallılar bilinemez. DEVLET EBED MÜDDET terbiyesi ancak atadan kalır,sonradan ancak eğreti edinilir.

    YanıtlaSil

Yorumlar için adres burası...